13 Ekim 2011 Perşembe

Birkaç Ayın Tuvaleti

Sevgili Tanrım;

   Öncelikle şu hususa değinmek isterim ki sevgili derken illa ki günümüzce anlamında kullanmak zorunda değilim. Hatta sırf bu anlam karşıklığından dolayı Yılmaz Erdoğan iyi kafa ütülemiştir. Dikkat et, "iyi".

   Sana dileklerimi iletme amaçlı olarak yazıyorum bunu. Şayet insanlar ellerini açıp sanki sen gökteymişsin gibi kendi kendilerine konuşuyorlar.  Öyle ya, ben de varmışsın gibi yazıyorum sana. Aslında durumu özetleyecek olursak "Kızım sana diyorum, gelinim sen anla".

   İlk olarak rock müzik için teşekkür etmek istiyorum. Her ne kadar geç öğrensem de bu kültürü, yer yer bi arabeskin ya da oryantal müziğin doldurabileceği alanın kat be kat fazlasını dolduruyor. Hani uzun bi yola çıkarsınız ve torpido gözündeki enerji içeceğinin çok ısındığını farkedersiniz ya, o hezimete rağmen enerjiyi yine veriyor, "yalnız değilsin" diye fısıldıyor adeta. Ve senden hileler sekmesini açıp "getthereabassguitar" yazmanı istiyorum ki ben de insanların yalnızlığına fısıldayayım. Hatta şimdi ürettiğim ve en çok yapmak istediğim şey; şarkının sonunda "Ben senin aynadaki yansımanım" demek.

   Gitarlar demişken, Ed Mundo ile aramızda hiç anlamadığım bişey var. Ben her ne kadar onu layığınca çalmaya çalışsam da, bi şekilde benden uzaklaşıyor. Sesinde bi' titreme var hatta. Geçmişin ve geleceğin bütün endişeleri mevcut. "Çalabilirsin ama çalamazsın!" diyor adeta. Sapı atmış resmen, boynu karşımda bükük. Orgazmsız bir 20 dakkadan sonra ise, "Ben odama gidiyorum" diyor. Şimdi nasır tutan ellerime bakıyorum da, çok mu sıktım acaba onu? Ya da zamanında onu çalan başka elleri mi özlüyor? Bu konuda ise benim yapabileceğim tek şey; "Ama ben toyum" diyip yine sarılmak. Yapma Bahadır, sıkıyorsun yine. Tanrıyı bile.

   İnsanlara öğretmeni istediğim bişey var. Her ne kadar vücudumuzun bazı bölümlerini kontrol edemesek de, kontrol edebileceğimiz organlarımız da var. Mesela bağırsaklar. İnsan gününün 20 dakikasını harcayarak bağırsaklarını eğitebilir. Memleketin içine sıçtılar zira.

   Bak burda önümde bi kart var Tanrım. Bu kartta bir çizim, ve çizimde anlatılan şey İstanbul. Her ne kadar işleyen adamın paslandığı bi' şehir olsa bile orda bi' köy var uzakta. O köy ne benim, ne senin, ne de bir cenin. Fidanları ağaç olmuştur birer. Ve o ağaçlarda oturan insancıklar, onları şöyle bi süz. Yo yo, süzme, kapat gözlerini, bi dinle.


   - Duyuyor musunuz araba seslerini?
   - Yooo.
   - Arabalar yok?
   - Yok.
   - İnsanlar da yok?
   - Yok?
   - A aaaa... (Bana Bir Şeyhler Oluyor)


   Duyduğun bambaşka şeyler Tanrım. Sabah erken uyanıp evine giden sarışının topuk sesleri, balıkçı yakarışlarını bastırmış meğer. Sırf bu yüzden avlanan lüferler çürüyor, yazık. Buraya sonra değinirim, çünkü bu mektubu okuyan davetsiz misafirlerin sıkıldığını hisseder gibiyim. Bak Tanrım, orası gerçekten görülesi bi yer, ve her ne kadar görmesem bile görenleri görüyorum, görürken hezimet çekenleri. Senden en büyük isteğim onlara çok ama çok iyi bak. Birgün orada kötü başlayan şeylere yeniden başlayıp herşeyi düzelteceğim, ama o zamana kadar senin ellerinde. Olur da herhangi bi' şikayet alırsam, ya da kılına zarar gelirse birinin, iki elim yakandadır, haberin olsun.

   Son olarak da radyonun tanıtımını yap be dayı, heyecan oluyo, güzel oluyo.

   "Kendine çok iyi bakıyosun, öpülüyosun."