Mmm, sahi ne kadar oldu yazmayalı? Evet, bunun dışında en yeni yazımı yazdığımı zar zor hatırlıyorum ki bunun sebebi fazla uğraşmamamdan kaynaklanıyor. Şeyy, aslında tam öyle değil. Galiba bir hikaye geliyor devamında.
2 aydır yazı yazmamış olabilirim ama özel yazılar yazdığımı söyleyebilirim. Özel yazılar derken, bir kişiye özel yazdıklarımdan bahsediyorum. Bu kişi, kendisi uzak olduğu kadar da yakın ve bana en güzel cevapları verdiği takdirde beni içten içe bir kaos ortamına sürükleyen birisi. Bunu kendisi yapmıyor, hatta yaptığından bile bir haber, bunu yapan yine ben, yine ben.
Her şey onunla tanışmamla başlamıştı. Tanışmamız aynı ilgi alanları üzerineydi, nadir ortak alanlar. Bu ilk başta bana çok yavan gelmişti, zira benim zevklerim dışarıdaki insanlara kıyasla farklı oluyordu, ama biraz düşününce… Hah, neden olmasın? “Konuşacağım, iyidir” dedim. Zamanla uzaktakinin bir “yıldız” veya bir “can” olduğunu fark etmem, konuşma isteğimi daha da arttırmıştı. Ve bir gün bir anlaşma yaptık. Anlaşma gereği bir ay boyunca günü gününe düşüncelerimizi yazacak, ardından buluşup bu belgeleri teslim edecektik. Aslında çok uçuk bir fikirdi – ne yalan söyleyeyim, birkaç günlüğüne İstanbul’a gitmek… - Ama hey, bu ilginç bir deneyim olurdu değil mi?
Günlükler yazılıyordu. Gerçi ben birkaç gün aksatmıştım ama onu da en sevdiğim kalemimle uzun uzun yazarak telafi ediyordum. Tabii, sadece bu günlüğe kafa yormuyordum, bunun yanında İngilizce yazı yazma dersleri için de yazıyordum, ama bu da aklıma yatan her fikrin ölümsüzlüğe kavuşamaması sorununu dile getiriyordu. Bunun sebebi, o yazıya o an 2 saat içinde kırparak ve belirli kurallara uyarak – bunun yanında yan fikirlerden uzaklaşmam ölesiye bir işkence veriyor – bir yazı vermemden ve o yazılardan “orta” not almamdan kaynaklanıyor. İyi ki yazdıklarımın bir kopyasını saklamışım, ama yine de çok beğendiğim ve kopyasını alamadığım “The Gigantic Cyborg: Earth v2.0” gibi yazılarım da var benim. Şimdi elimde olanlar ise işlenmek için bilgisayarımın bir köşesinde bekliyorlar.
Hay aksi, konuyu dağıttım yine. O zaman şuradan devam edelim;
Günlüklerin günü bitmişti. Elimde 30 günün kaydı tutulmuş bir belge mevcuttu. Hatta içinde kimseyle paylaşmadığım - ve belki de yüz kızartıcı – yazılarım da vardı. İçin de biraz “can”, bir tutam “yıldız” da vardı. Hem de en duygusal, en sinirli halleri.
Anneme destek olma amacıyla uyguladığı diyete ben de katıldım. Yemeklerimiz hep protein olmalıydı ve asla yağ ya da karbonhidrat tüketmemeliydik. Fakat “fastfood” kültürünün geliştiği ve sosyete sempatizanlığının yapıldığı bir özelleştirilmiş okulda sadece protein yemek zordu. Tek gidilecek yerler küçük kafelerdi, lakin buralarda fiyatlar – havada uçuşan kızgın mısır yağında olsa gerek – bir hayli cep yakıyordu. Fiyatlarla dikizleştikten sonra ızgara köfte istedim. Fakat adam köftenin yanında patatesi, bulguru, yani her bi’ karbonhidratı doldurmuştu. Aslında karbonhidratın yanında köfte aldım desem yeridir. Tabak önüme geldiğinde amcadan yoğurt istedim. Yoğurt gelirken ben de kıyısından ufak ufak yemeye başladım. Üçüncü köftemi çiğnerken birden onu gördüm. “O”, yani adına üçleme yazdığım. Ve yanında “Rakçıyım ben abi…”demeye çalışırcasına bir tipi olan eski sevgililerinden biri. Yoksa yeni mi demeliydim? El ele tutuşmuşlar, geziyorlardı. Bi’ ara ondan önceki sevgilisi geldi aklıma. Sayelerinde kendi içimde zamanı bükebilme yeteneğini kazanmıştım. Fakat o an yanımdan geçerlerken hiçbir şey yapmadım, hiçbir şey hissetmedim. Sadece önümdeki gri poloya gözlerimi dikerek üçüncü köftemi çiğniyordum. O an ilk defa “yıldız” ın öyle baktığını gördüm. Can’ın sulu gözlülüğüne alışıktım, ota boka ağlardı zaten. Her ne Yıldız’ın ifadesi güçlü olsa bile beni pek etkilediğini söyleyemem. Yine de o gri polo’ya bakıyor ve üçüncü köftemi çiğniyordum. An kısaydı ve yemek bitmeliydi diyerek hem yiyor, hem de düşünüyordum. Acaba o yeteneğimi kullanmak istemedim mi, yoksa kullanamadım mı? Bunu fazla takmadan ücreti olan 6 lirayı ve yoğurt için kesilen artı miktarı da ödedim. Adamın taktığı kazığı aldırmayacak kadar yoğun düşünüyordum. Tekrar masaya baktığımda, yoktular. Gitmişlerdi.
Evet, bu Can ile Yıldız’ı son görüşüm oldu.
Kafamdaki bütün felsefe, çıkmazlar, yollar, hepsi onlardı ve şimdi sadece yankıları kaldı. Onları aramaya karar verdiğimden zihnimdeki unutulan kısımlara yönelmeyi reddetmeme kadar olan süre boyunca ayakta, ama trans halindeydim. Uyandığımda kendimi aynanın karşısında buldum. Birden “sakalı saçından uzun çocuk, Bahadır” olmuştum. Her elimi o traş makinasına attığımda, o çok sevdiğim “five o’clock shadow” sakalımı yapamadım. Artık sadece sabahları iki yumurta ve beyaz peynirin arkadaşlığıyla yetiniyordum.
O vardı yine. Lanet olası kafamın lanet olası seçili yerlerinde hala “o”. Yavşak “o” (Buradaki “o” asla orospu olmamıştır, “o” dur sadece, ama yavşaktır.) Sanırsam beni tek yalnız bırakmayan şey onsuzluk diyerekten, düello teklif edercesine analiz ediyordum “o”nu.
Bugün gökle selamlaşırken bana kar vasıtasıyla soğuk öpücükler kondurmayı sevdiğini söyledi. Ben ise bunun beni hep korkuttuğunu biliyordum. Öpücük bağımlısı olmadan evvel dıştan sıcak görünümlü otobüse bindim. Herkes “Biştim!” derken, soğuk hala bana sarılıyordu. Ayakta kalmaktan kurtulup bir tosun gibi oturduğumda camın öbür yüzünü seyre daldım. Şıpsevdi arkadaşımız dışarıdaki bütün kendi halindeki insanları öpmeye çalışıyordu. “Ulan doğa…” dedim, “Sen de ayrı bi’ yavşaksın. Dudağın çok diye herkesi öpmek, tch…”. Tam uyuyacakken yanağımda yine bir soğukluk. Gözlerimi açtığımda ise eriyik kar parçaları görüyordum. Kar otobüsün içinden geçip öpücükler yağdırmaya devam ediyordu. Zamanla kar üzerimde yoğunlaşmaya başladı ve bir örtü oluşturdu. Sonra hızlandı, hızlandı, ve çoğalmaya başladı. Artık ben, ben değildim. Bir kardan adam olmuştum. Burunsuz, kömürsüz, Cansız, Yıldızsız ve hafif de aç bir kardan adam.
Nerdesiniz?
P.S: Şu anki ben, yazdıklarımı okuyup gülüyorum.