28 Nisan 2011 Perşembe

Tiner

          Güneşin iğne gibi ışıkları, şafağın dağlardaki ufuk çizgilerini arkasına takmış, pul pul söküyordu gökyüzünü. O anı ardına 3. kez izlemiştim. Her izleyişimde uzakta bir yerde birilerinin zevkten dört köşe olduktan sonra yaktığı sigara dumanını seyre dalıyor, ve her günkü gibi hazırladığım mateyi içiyordum. Yarı çıplak bir şekilde bana bakan oda arkadaşım, içerideki az muhterem çok götveren kız tarafından kendini kullanılmadığına ikna edercesine bana baktı:

          - Yeter abi, valla yeter! Yazık ediyorsun kendine yaa, eğlen diye kız çağırdık, ulan kızın canı çekti, yine de yüz vermedin. Zaten senden ümidi kesince bana yavşadı hehehe... Yaa bana bak, bir yıl oldu. Tam bir yıl. Nerden aklına esti ha? Katri seni görseydi... (ve daha da konuşuyordu)

          Dinlemiyordum. Dahası dinlemek istemiyordum. Her ne kadar kulağımı tıkasam da gerçekler apaçık ortadaydı: Katri ölmüştü. Hatta, öldürülmüştü.

          Zevk sigarasını bitirdikten sonra tıpkı Yeşilçam klasiklerindeki gibi giyinen kız, gitmeden önce elime bir not tutuşturup yanağıma bir öpücük kondurmuştu. Kağıtta "Candan" ve yanında bir telefon numarası yazıyordu. Henüz keşfedemediğim fikirlerin olduğu yere, ceketimin iç cebine koymuştum kağıdı. Güneş ufuk çizgisiyle kavga etmiş ve geçici bir süreliğine ayrıylen, benim aradığım ilk şey ise yeni yeni çalabildiğim gitarım olmuştu. Tek bildiğim o 32 notalık ritmi moderate hızından daha yavaş bir tempoda çalıyordum. Ve Güneş annesinin evine, gökyüzüne çıktığında, güneşsizlikten ölmüş kaktüsüm bu boşluktan yararlanarak ona kur yapmaya başlamıştı. Ve, bu da herşeyi açıklıyordu.

     *   *   *   *   *   *

          Şimdi ise Güneş, kaktüsten uzaklaşıyordu. Yorgun olduğumu biliyordum ama bekleyen işlerim benden de yorgundu. Kaba Çantamı, mütevazı gitarımı, ve buzluktaki gülümsememi alıp dışarıya, biraz tebeşir ve bayağı kamelya çiçeği almaya gittim. Katri bunları çok severdi, ve şimdi yine sevmeliydi.

          Meteliksizliğimden dolayı yolun yarısını yürüyerek, diğer yarısını da otostopla kat ettim. Arabadan indikten sonra ceplerimi gösterdim, ama adam sadece gülümseyip sağ kolunu kalbinin üzerine koydu. "Buydu aslında hayat..." derken kapıya vardığımı gördüm; Hristiyan mezarlığına. Katri, Katri beni özlemişti, ki bunu iliklerimde hissedebiliyordum. Mezartaşına doğru yürüdüm ve birkaç adım sonra onun mezarını gördüm. Önce ağlar gibi oldum, fakat sonra ise bir kahkaha atıp yapraklarını kopardığım kamelyaları yere döktüm. Ve kağıdı çıkarıp numarayı tuşladıktan sonra ilk söylediğim şu oldu: "Seni seviyorum Candan".

*   *   *   *   *   *


          Her insan gibi, sonunda Güneş de hatasını anlamıştı ve geri gönmeye çalışıyordu, ufuk çizgisi ise hala oradaydı, hep bekledi onu. Aynı benim beklediğim gibi.

          Ona Mezarlıkta işimin olduğunu ve burada buluşmamız gerektiğini söyledim. Yarım saat sonra da demir kapının geceye doğru giden sesini duymuştum. Beni göremeyeceğini düşünüp bağırdım.

          -Heey!
          -(Gülümseyerek)Burak, şey, çok ani oldu bu...
          -Biliyorum, biliyorum ama beni de düşün, şu an yaslanabileceğim bir omuza ihiyacım var. (sarıldım)
          -Ah canım benim yaa, senden çok özür dilerim o an seni kıskandırmak için yavşadım ona. Bu arada burda ne işi... - (HGGGKK!!!)

          Sarıldığım anda çantamdan aile yadigarı olan ritüel bıçağımı çıkarmış ve karnına saplamıştım. Çok kısaydı zaman, çabuk olmam gerekiyordu. Kafasını mezartaşına döndürdüm.

          -Bu ismi hatırlıyor musun ha, eski karıcığım? Beni o kadar çok seviyordun ki zar zor ayrıldım senden. Peki sevgilimin suçu neydi ha? Tutkun, adam tutarak öldürtecek kadar mı çok? Ya da gözümün önünde oda arkadaşımla tavşanlar gibi sevişecek kadar? İğrençsin, ve şimdi ait olduğun yere gideceksin!

          Rüzgar daha da şiddetli esiyordu. Kamelyalar etrafta uçuşmaya başladı, ve rüzgar kamelyaları süperdüğünde geriye yere çizdiğim Ritüel Diyagramı kalmıştı.

          Ve büyüyü aktif hale getirecek dizeleri söylemeye başladım;

          Karanlığın çakal maskesini takan mühür,
          Ve kemik senfonisi çalan nemli süsleri,
          Bataktaki acizleri kırbacınla donduracak
          Çocuk Kral'ın ruh diktatörlüğünü göster,
          Bana gücünün kaynağını göster !!!

          Diyagram birden koyu yeşil renkte bir alev aldı, ama ritüel hala devam ediyordu. Bıçağın pas tutmaya başlamış sırtı emdiği ruhtan dolayı parlıyordu. Candan ölmüştü artık, bir yılın intikamı alınmıştı. Şimdi ise işin zor kısmında, yani onu "uyandırma" fazındaydım.

          Bıçağı göğsümün üzerinde tutup, bütün enerjimi oraya yoğunlaştırdım. 3 gecedir bunun üzerinde uğraşıyordum ve bu sefer olmalıydı. Bir yandan bıçağa yoğunlaşırken bi yandan da Katri'nin tabutunu açtım (daha önceden açmış olduğum için rahat açılıyordu). Ve eşik şiddetini geçtikten sonra bütün alevleri bıçağa çekip Katri'nin cesedine sapladım. Yaklaşık 2 saniyeliğine zamanın durduğunu hisseder gibi oldum, ardından da yüksek frekanslı bir ses kalabalığı ortaya çıktı. O an hissettiğim tek şey Katri'nin bana yaslanmış olmasıydı.

          Başarmıştım, evet, sonunda olmuştu. Ruhu buçak sayesinde bedene bağlayabilmiştim, ama beden çok zayıftı. Metafiziksel yolla bağlanmış bıçağı çıkartıp gitarıma sapladım. Ve o tek bildiğim 32 notalık ritmi çalmaya başladım. Çelimsiz ruhu yavaş yavaş kendine geliyordu ve Güneş ufuk çizgisyle barışmış, hatta mercimeği fırına veriyordu. Ben ise hala çalıyordum ve onun kalkışını, yürüyüşünü seyrediyordum. Ölüydü, zayıftı, ama kadınımdı o benim. Hani deriz ya "Ta ki ölüm bizi ayırana kadar" diye, bu sefer ölüm bile galip gelemedi. Çünkü, biz sarılıyorduk.

İyi ki doğdun hayatım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder